Şeb-i Arus Nedir Ne Zaman Kutlanır?

Şeb-i arûs ne demek, şeb-i arûs törenleri, şeb-i arûs ne zaman, şeb-i arûs nedir vb. soruların yanıtını konumuzda irdelemeye çalışacağız… Şeb-i arûs; mevlânâ’nın ölüm gününün hatırası olarak yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. Mevlâna (hicrî 672) miladî 17 Aralık 1273′de Pazar günü akşam üstü güneş gözden kaybolup, Konya ufuklarını kızıla boyarken bu âlemden can ve bekâ âlemine göç etmiştir. Mevlânâ ölümünü gerdek gecesi “Şeb-i Arûs” “Sevgiliye kavuşma” günü olarak kabullenmişti. İkindi vaktinden sonra Kur’an okumak ve Aynü’l-Cem’ yapılmak sûretiyle icra edilen bu merasimin gecesine aynı zamanda “Leyletü’l-Arûs” da denilir. Şeb, Farsça; Leyle, Arapça “gece” demek olduğu için tabirlerin ikisi de aynı manâya delâlet etmektedir. Şeb-i Arûs, fedakârlıkla başlar, ölüm boyunca devam eder, öbür âleme kavuşmakla tamamlanır. Mevlânâ Celaleddin ölüm gününü “Hakk’a vuslat”, “Düğün günü” saymıştır Derin bir aşkla Hak’ka vuslatın doğumuydu. O halde ölüm günü, vuslat günü sevgilinin sevgiliye kavuşma günü, yani düğünü; gecesi de gerdek gecesiydi. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’a dönüş” olarak vasıflandırılan ölüm, Mevlâna için yâre kavuşma, visal ve “Şeb-i Ârus – Gerdek Gecesi”dir. Hz. Mevlana, Şems ve Şeb-i Arus Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ailece Konya’ya yerleştikten sonra tahsîlini tamamlamak için Halep ve Şam’a gider. O sırada takrîben otuz yaşlarındadır. Birgün Şam’ın kalabalık çarşısından geçerken değişik kılıklı bir kişi: ” Ver elini öpeyim, ey alemlerin sarrafı!..” der. Celâleddîn-i Rûmî’nin ellerine yapışır ve hararetle öper. Sonra birdenbire kalabalığın içinde kayboluverir. Celâleddîn-i Rûmî şaşırır. Bu ne iştir ? diye hayretler içinde kalır. Esrarengiz ve garîb hüviyetli kişi, kendisi için adeta bir muamma olur. Celâleddîn-i Rûmî, seneler sonra birgün Konya’daki medresesinde dersden çıkıp talebeleriyle sohbet etmekteyken, daha evvel Şam’da elini öperek kendisini hayrette bırakan kimse ile tekrar karşılaşır. Bu şahıs Tebrizli Şems’dir. O da Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbetine dahil olur. Garîb bir heyecanla şu acaib suali sorar: “Bayezid mi, yoksa Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem- mi daha büyüktür ?” Mevlânâ Hazretleri dehşete kapılır ve Bu nasıl sual ?!. Hiç âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bulunan yüce bir peygamberle, O’nun bir velisi mukayese edilir mi?!. diye hiddetle bağırır. Tebrizli Şems, hiç sükunetini bozmadan sualini şu şekilde açıklar: “Öyleyse, neden Bayezîd, Rabbinden cehenneme konulmasını ve vücudunun orada, başka hiçbir mücrime yer kalmayacak derecede büyütülmesini taleb ettiği, lâkin küçük bir ilahi tecellî karşısında da: «Şanım ne yücedir! Kendimi tesbîh ederim!..» dediği halde; Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem- sayısız tecellilere rağmen büyük bir mahviyet içerisinde bulunuyor ve nail olduğu nimetlerle yetinmeyerek Rabbinden hala istiyor, istiyor, boyuna istiyordu ?..” der. Bu îzâhât, Hazret-i Mevlânâ’yı sırf aklın aydınlattığı zahir ilmin hudûduna getirip dayar. Bu noktada kalarak suale cevap vermek mümkün değildir. Şems, hal silahıyla O’nu bu noktadan ileriye iter. İlerisi uçsuz bucaksız bir “ledün âlemi”dir. Böylece Şems, muhatabını, O’nda mevcut olduğu halde habersiz bulunduğu manevî bir iklîmin ufkuna doğru şimşek sür’atiyle bir keşif seyahatine çıkarmış olur. Bu anî gelişmenin te’siri ile Hazret-i Mevlânâ, daha evvel ezberlemiş bulunduğu zahirî ilmin mütalaalarından birini serdediyormuşcasına kolaylıkla şu cevabı verir: “Bayezîd’in «Şanım ne yücedir; kendimi tesbîh ederim! Ben sultanların sultanıyım!..” sözü bir işba, (doymuşluk) halinin ifadesidir. Yani, O’nun manevî susuzluğu, küçük bir tecelli ile giderilmiş oldu. Ruhu artık talebsiz bir hale geldi. Sekre sürüklendi. Okyanusun hacmi sonsuzdu, lakin O’nun istiabı bu kadardı. Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem ise, “Elem neşrah-leke sadrak!” sırrına mazhar olmuştu. Tecelliler, kendisini her taraftan kuşattı. Kainat kadar geniş olan sadrı, bir türlü kanmıyordu. Susadıkça susuyor, içtikçe de susuzluğu artıyordu. Her an bir halden diğer bir hale yükseliyor ve her yükselişte de bir önceki haline tevbe ediyordu. Nitekim: “Ben günde yetmiş defâ -bir rivayette- yüz defâ-tevbe ederim!..” buyurmuşlardır. Zîrâ O, yüce Mevlâ’sına her an daha yakınlık istiyordu. Çünkü iştiyakı sonsuz, kul ile Rabb arasındaki mesafe ise sonsuz kere sonsuzdu. Bu sebeple birçok kereler: «Ya Rabbi, Sen’i gereği gibi ve layık olduğun veçhile tanıyamadım.. Sana hakkıyla kulluk yapamadım..» diye iltica ve tazarrûda bulunuyordu.” Şems’in vazîfesi, muhatabının idrâkini, kalbî derinliğini, zâhirî ilimle ulaşılamayacak olan işte bu mertebeye yükseltmekti. Bunun için aldığı cevapla ulvî gayeye ulaşmış insanların büyük coşkunluğunu hissederek bir neş’e çığlığı atar. Kendinden geçer. Böylece bu iki maneviyat yıldızının arasında hayat boyu devam edecek olan nuranî bir şerare vücuda gelmiş olur. Bundan sonra Mevlânâ Hazretleri’nin rûhunda meknuz olan manevî okyanus daimî bir surette dalgalanmaya başlar. O anda sanki bir kibrit çakılmışçasına Mevlânâ’nın; gönlü, bir petrol denizi gibi alev alır. Tebrizli Şems, Mevlânâ’nın gönlünü böylece ateşlemiş olur, fakat öyle bir infilak karşısında kalır ki, onun alevleri içinde kendisi de yanar. Artık idrâkler ve nasîbler aynileşir. Bu hadiseden sonra, daha evvel tamamiyle zühdî bir ibadet içinde sakin bir müderris olan Hazret-i Mevlânâ’nın, birdenbire içi içine sığamayarak samîmî coşkun bir heyecan içinde yaşadığını görürüz. Tebrizli Şems’in me’mûriyeti de, bu mana okyanusunu tutuşturmaktı. Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- aşk, vecd ve istiğrâk dolu hayatını üç kelime ile ve üç merhale olarak şöyle ifade eder: “Hamdım, piştim, yandım!..” İnsan nedir?.. Beşerî idrâkin ancak sebep ve bahânelerine yapışarak kavramaya çalıştığı Rabbin ihtişamlı hakîkatlerinden bu kesret alemine tenezzül etmiş bir tecellî zübdesi… Değişik tecellîde bir kainat!.. Canlı bir Kur’an… Lakin kendi hakîkatine kıyasen ancak yok sayılabilecek derecede küçük bir parçasının keşf ve idrâk olunabildiği bir varlık. Rabbin müstesna lütuflarından biridir ki, nev’-i beşerden bazılarına kendi varlık ve azametinin ufkuna doğru açılma selahiyet ve iktidarı verilir ve böyle kimselere bu yolculukta rehberler bahşedilir. Bunlar, insanlık aleminin yüzyılları dolduran adî vak’alarının örtemediği zirvelerdir. İşte Şems, Mevlânâ’yı bu yolculuğa çıkarmış bir rehberdi. Mevlânâ da, ruhunda meknuz olan ve kendine idrâki lûtfedilmiş bulunan bu ledün aleminin bu ilk rehberini sırf vefa duygusu sebebiyle ömrünün sonuna kadar unutamamıştır. Yoksa O’nu çoktan aşmıştı. Belki bundan sonra Şems, mürid durumundaydı. Mevlânâ Hazretleri, Konya’da kırk yaşlarında iken Şems ile görüşmüştü. Kendisi bu karşılaşmadan önceki haliyle ikinci bir Gazalî olarak nitelendirilebilir. Mevlânâ Hazretleri, o devresinde sırf bir fakîhdi. Hukukçu idi. Müderrisdi. Çok talebeleri vardı. Varlıklı ve mülk sahibi bir insandı. O, Şems’le görüşmesinden sonra daha alim bir fakîh, daha değişik bir hukukçu olmadı. Zâhirî ilmi değişmedi. Bunları çok aştı. Celâleddîn-i Rûmî, Şems ile buluştuktan sonra ortaya asıl Mevlânâ çıktı. O, Şems ile görüşmesinden evvel bir alimdi; sonra alim bir aşık ve bağrı yanık bir arif oldu. Mevlânâ -kuddıse sırruh-: “Aşk gibi bir muallim yoktur!..” der. O, önceki alimlik hâlini “hamdım” diye ifâdelendirir. Sonraki hâlini ise, aşık bir alime dönüşmüş kemal ve olgunlukla nitelendirir. Esas mevzu, “Şems Mevlânâ’ya ne verdi? Ne öğretti?” sorularının cevabıdır. Bu da, Şems’in O’na aklın esaretinden kurtulmanın yollarını öğretmesidir. Çünkü aklın hududu muayyendir. Arkası cinnettir. Gönlün hududu ise, sonsuzdur. Teskîn noktası da fenâ-fillâhdır. Şems, Celaleddîn-i Rûmî’ye kendi özünü, sahib olduğu değerleri tanıtarak ayağındaki zincirleri kopardı. Çünkü Mevlânâ uçmaya hazır bir kartaldı. Şems, O’nun ayağındaki bu bağları çözdü. O’na gönül penceresinden öteleri gösterdi. Bundan sonra Hazret-i Mevlânâ, ışık etrafındaki pervaneler gibi Şems’teki tecellînin cazibesine kapılarak yanmaya başladı. Hazret-i Mevlânâ, Dîvan-ı Kebîr’inde Şems’le başlamış olan bu macerasını şu şekilde anlatır. “Şems Mevlânâ’ya”: Âlimsin, başsın, rehbersin; saltanat sahibisin!.. dedi.” “Mevlânâ da O’na”: Bundan sonra zahir âlemin alimi değilim; başı değilim; rehberi değilim… Senin yaktığın meş’alenin aydınlattığı akıl üstü bir alemde fakir ve garîb bir seyyahım!..dedi” “Şems tekrar”: Sende hala akıl var! Bu sebeple divane olamadığın için bu evin mahremi değilsin!.. dedi” “Mevlânâ da”: Bundan sonra aklıma gönlümle örtü örttüm.. Divâne oldum. Himmetinle artık bu alemin mahremiyim!.. dedi.” “Şems yine”: Sende hesâb var! Sekr halinde değilsin! Bu alemin dışındasın!.. Bu alemi aydınlatan akıl değil, aşktır. Önünü göremiyorsun! dedi.” “Mevlânâ Şems’e”: Bundan sonra himmetinle baştanbaşa ateş kesildim. Her yanımı aşk ve sekr kapladı!. dedi.” “Şems bu sefer”: Sen bir cemaatin meş’alesisin! Yerin yükseklerde!..dedi” “Mevlânâ ise”: «-Bundan sonra artık o meş’alem söndü. Gözümde onların, Mayıs böceklerinin yanıp sönen parıltısından bir farkı yok!.. Artık başka meş’alelerin aydınlığında yürüyorum!» cevabını verdi” “Şems”: Sen ölü değilsin, Sen zahirî diriliğini muhafaza ediyorsun. Bu kapıdan öteye böyle geçilmez! Fani varlığını, bütün ihtişam ve debdebesiyle terketmen gerekir.. dedi.” “Mevlânâ”: O eskidendi. Seni tanıdıktan sonra insanların bildiği manada diri değilim.. Başka bir dirilikle buluşarak öldüm!” dedi. “Şems O’na”: Hala nefsani istinadların var! Makâmın mansıbın bâkî! Bunlardan kurtul! dedi.” “Mevlânâ da”; Bundan böyle Sen’in beni çekip götürdüğün ledün aleminde mevki ve mansıb aramaktayım.. Evvelki varlığıma aid herşeyi terkettim; onları aştım!… » dedi.” “Şems” Kolun kanadın var! Ben sana kol-kanat veremem!. dedi ” “Mevlânâ” Bundan sonra Sen’in kolun kanadın olmak için, kolumu ve kanadımı kırdım.. dedi” Şems de, bu ikrar karşısında vazifesinin bittiğine kanaat getirip O’na ilahî tecelliler ile dolu ebediyyet ufuklarında yanması için bir kanat taktı… Çünkü O’nu vuslatın hovardalığından büyük bir firkate düşürerek hasretin bereketli ikliminde yalnız başına bırakmıştı. Gerçekten Şems’in Hazret-i Mevlânâ’ya verdiği hediye mahrûmiyyet, hasret ve muhabbetten başka bir şey değildi. Bu muhabbet ve hasretin en güzel örneklerini seâdet çağında Hz. Ebûbekir (r.a.) ve Hz. Fatıma (r.anha)’nın hayatında görürüz: Hz. Ebûbekir Sıddîk, Efendimiz -sallallahü aleyhi ve sellem-’le her yeni buluşmasında ayrı bir vecd ve istiğrak hâli yaşardı. Yanındayken bile O’na olan muhabbet ve hasreti teskîn olacağı yerde daha da ziyadeleşirdi. Aşıklar sertâcı Hz. Fatıma annemiz, Efendimiz’in ahirete intikalinde şöyle buyurdu: “Fahr-i Kainatın ukbâ âlemini teşrîfiyle benim üzerime öyle bir musibet geldi ki, karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi..” İşte bu muhabbet ve aşk yolunda yürüyen Hazret-i Mevlânâ da, Şems’i kaybedince, O’nun hasreti ile yandı ve kavruldu. O’nun bu firak ve hasreti neticesinde 26.000 beyitlık bir MESNEVİ meydana geldi Mesnevi, Hazret-i Mevlana’nın Şems ile başladığı ledünnî seyâhatinde ulaştığı ihtişamlı hakîkatlerden umûm insanların idrâk ve ihtiyaçlarına göre yazılmış bir lutuf-nâmedir. Ayrıca Mesnevî, Hazret-i Mevlânâ’nın gönül ızdıraplarından taşan bir feryâd-nâmedir. O, bu âh u figânla, derdini açacak bir gönül bulamamasından dolayı, kaybettiği Şems’i için daimî bir feryad halindedir. Nitekim firkat sırrını, en açık zevkiyle Hazret-i Mevlânâ takdîm etmiştir. “Marifet sahibi insanı temsîl eden neyi dinle! Ayrılık şikayetlerinin heyecanını iç!..” diye başlayan Mesnevîsi, esasen bir firkatnâme-i şahanedir. Nûr-i Muhammedî, Mevlânâ’ya, Şems kanalından verildiği için, Şems’in ayrılışı hep firkattir. Hazret-i Mevlânâ, bu firkat ateşinde yanan gönül derdini, şu şekilde dile getirir: “Benim deruni alemim, acaba neden feryâdu figan ediyor?” “Benim derdime, ızdırabıma kim muttali oluyor?” “Herkes beni kendi istidad ve temâyülüne göre dinliyor. Kötü kişi, beni kendi hisleriyle te’lif ediyor ve öyle anlıyor. Hakk yolcusununsa, benimle rûhaniyeti artarak, hissiyatı coşuyor ve ney, ona şifa oluyor.” Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya nefsin afetlerinden korunabilmek için, ilahî azamet karşısında bir “hîç” olduğunun idrâki ile, nefsin tanınması icab ettiğini, marifet yolculuğuna ancak kalbî hayat ve ilahî aşkla çıkılabileceğini gösterir. Büyük velî, ölüm gecesini “şeb-i arûs” (düğün gecesi), yani dünya gurbetinden kurtuluş, vuslata eriş olarak ifade eder. Ölümün, ruhun hürriyete kavuşup, hakîkî bir ölümsüzlük ve ikbale gidiş olduğunu, şu mısra’ları ile ne güzel ifâde eder: “Öldüğüm gün, tabutumu götürürlerken, bende bu Dünya derdi var sanma!” “Benim için ağlama, yazık, “vâh!” “vâh!” deme! Beni toprağa verdiklerinde de “vedâ, vedâ!” (ayrılık, ayrılık) deme!” “Mezar bir perdedir ki, arkasında Cennet’in huzuru vardır!” Hazret-ı Mevlânâ diğer bir gazelinde de şöyle der: “Ey cân! Sende bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir hayat vardır. Burada, gayb aleminde gizlenmiş yüzlerce Yusuf gibi güzeller mevcûddur…” “Bu ten sûreti, yani cesed, toprağa kurban verilince, o can sureti kalır. ” “O ten sûreti fanî, can sûreti ise bakîdir… ” Allah dostlarının en önemli özelliklerinden birisi de, ilahî aşkla kavrulmadır. Hazret-i Mevlânâ da, diğer bir beytinde, ruhunda yanan aşk ateşinin ölümle bile sönmeyeceğini şu şekilde ifade eder: “Vefatımdan sonra benim kabrimi aç ve içimin ateşi sebebiyle kefenimden nasıl duman yükseldiğini gör!” Bir aşığa ölüm döşeğinde sorulur: ” Ölüm anında iken nasıl gülebiliyorsun?” Aşık cevap verir: “Uçuyorum.. Şimdi bütün vücudum dudak olmuş gülümsüyor!.. Şu an dudaklarım başka bir gülüşle gülüyor!.” Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Ölürken gülmeyen kimseyi mum’a benzetme! Aşk yolunda ancak mum gibi eriyenler, amber gibi kokular neşrederler…” Mevlânâ Hazretleri, böylece can dudakları ile gülümseyerek bu alemden lâhûti aleme göç etmiş, ömür boyu hasreti ile yandığı düğün gecesi’ne, şeb-i arûs’a kavuşmuştur. Ardından cemaatı, çağlayanlar gibi gözyaşı dökerken o vuslat yolcusunun tabutu da bir dudak olmuştu. Kendi renginde kavrulan bir gül gibi tebessüm dağıtıyordu. Sultan Veled, İbtidâ-nâme’sinde babasının cenâze alayını şu şekilde anlatır. “Hicretin 672. (miladi 1273) senesinde ulu Sultan göç etti. Gözler yaşla doldu. Gönüller matem içinde inledi. Gayr-i müslim köyleri bile hüzne boğulmuştu. Her temiz insan O’na sadık, her millet O’na aşıktı. Halk: «O, Hz. Peygamber’in nuru ve sırrıdır. Faziletlerin sonsuz denizidir… » demekteydi. O gün, kimse yanıp yakılmadan sükunet bulmadı. Bütün halk büyük bir elem içinde: «O, bir hazîne idi. Toprak altında gizlendi. » dediler” Eflâki’nin anlattığına göre, Mevlânâ Hazretleri’nin dış tabutu, halkın izdihamından dolayı altı kere yenilendi. Ve cenazesi, öğle namazında kalkmış olmasına rağmen, ancak ikindi namazından sonra makberine varabildi. Tabib Ekmelüddîn halka: ” Edebe riayet ediniz! Teşyi vazifenizi sükunet içinde saygı ile yapınız! Bu hakikî şeyhlerin sultanı Mevlânâ idi; göç etti… “diyordu. Vasıyyeti gereği Şeyh Sadreddîn Konevî, cenaze namazını kıldırmak için tabutun önüne geçince, teessüründen hıçkırmağa başladı. Bayılacak gibi oldu. Kollarına girip kendisini geriye çektiler. O’nun yerine Kadı Sirâcüddîn geçerek namazı kıldırdı. Mevlânâ Hazretleri, “hamdım, piştim, yandım!” şeklinde hulâsa ettiği hayatını bir başka ifade ile şöyle tasvîr etmektedir: “Ölü idim; dirildim… Gözyaşı idim; tebessüm oldum… Aşk deryasına daldım; nihayet bakî olan devlete erişdim…” Mevlâna, son zamanlarda söylediği bir gazelinde; “Öldüğüm gün, tabutumu omuzlar üzerinde gördüğün zaman, bende bu cihanın derdi var sanma.. Bana ağlama,”yazık yazık, vah vah deme. Şeytanın tuzağına düşersen, vah vah’ın sırası o zamandır, yazık yazık o zaman denir.. Cenazemi gördüğün zaman ayrılık ayrılık deme, benim, buluşmam, görüşmem o zamandır. Beni mezara koydukları zaman “elveda elveda” deme.. Mezar cennet kapısının perdesidir. Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir. Sana batma görünür ama, o aslında doğmaya hazırlıktır, yeniden doğmadır. Mezar ise hapishane gibi görünür ama, aslında can’ın hapisten kurtuluşudur. Yere hangi tohum atıldı da bitmedi. Neden insan tohumuna gelince bitmeyecek zannına düşüyorsun. Hangi kova kuyuya salındı da dolu olarak çıkmadı. Can Yusufu kuyuya düşünce, niye ağlasın. Bu tarafta ağzını yumdun mu. o tarafta aç.. Çünkü artık, hayhuydan uzak. mekânsızlık âlemindesin” diyordu. Bu “vuslat” zevki içinde Mevlâna, ölüm gününü bir gam. bir üzüntü günü olarak değil, bir zevk ve neş’e günü olarak kabul ediyordu.