Çay vazgeçilmez içeceklerimizden biridir. Bir misafir geldiğinde kesinlikle çay ikram edilir iş arası molalarında çay içerek dinlenirli akşam çayları ev kadınlarının komşularıyla bir araya gelip sohbet ettikleri soluklanma anlarıdır. Sağlıklı yaşam bilinci geliştikçe bitkisel çaylar da önem kazanmıştır. Günümüzde sudan sonra en çok tüketilen ikinci içecektir. Peki çayın nasıl keşfedildiğini hiç merak ettiniz mi?
Çay, M.Ö. 2737 yılında Çin İmparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen keşfedilmiştir. Shen Nung, bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken, çalılıklardan bir kaç yaprak, kaynayan suyun içine düşer. Nung, yaprakları suyun içinden çıkaramadan yapraklar suda kaynamaya başlar, etrafa hoş bir koku yayar. İmparator, merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilir.
Çay, Avrupa’ya 17. yüzyılın başlarında gelir. Portekizliler, Çin’in kıyı kesimi olan Macao’dan gemiyle, Hollandalılar da Endonezya yolu ile Avrupa’ya çayı getirmiştir. Türklerin çayla Orta Asya’da tanıştıkları, Türkler arasında çayı ilk olarak Hoca Ahmet Yesevi’nin içtiği sanılıyor. Türkler, batıya doğru göçleri ve ticari ilişkileri esnasında çayı da getirmişler ve kullanmışlardır. Cumhuriyet döneminde Doğu Karadeniz Bölgesi’nde çay tarımı başarılı olunca Türkiye’de çay, içecek olarak yaygınlaşmıştır. Günümüzde çay, en çok tüketilen alkolsüz içecektir.
Ya Çay Olmasaydı?
• Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, çay kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olmayacaktı.
• Kahvehaneler, çay ocakları olmayacaktı. İnsanlar miskin miskin kahve köşelerinde oturmayacak, çalışarak ekonomiye katkıda bulunacaklardı.
• Kahvehaneler olmasaydı, kâğıt ve taş oyunları, kumar da yaygınlaşmayacaktı.
• Kahve ülkesi olarak bilinen Türkiye’de insanlar kahve içmeye devam edecekler, “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” demeye devam edecektik.
• Kahvaltılarımızda çayın vazgeçilmez bir yeri olmayacak, evimize gelen misafirlere başka şeyler ikram etmek zorunda kalacaktık…
• Türkiye, kişi başına yıllık çay tüketiminde 2,3 kg ile dünyada birinci sıraya yerleşmeyecekti.
• Çayın demi için “tavşan kanı” deyimi ortaya çıkmayacaktı, ince belli cam çay bardaklarından tavşan kanı çayı sohbetle içenlerin tavşan uysallığına kavuşacağını ummayacaktık.
• Tatsız, bulanık, rengi bozuk ve soğuk çay getiren çaycıya: “Ne bu yahu! İmamın abdest suyuna benzemiş.” diye sitem etmeyecektik.
• Liselerde çay partileri yapılmayacaktı. Aslında, şimdi bu partilerde çaydan başka her şey içiliyor ama adı yine de “Çay Partisi”.
• Çay olmasaydı, sigara içenlerin sayısı da giderek artmayacaktı belki de… Yemekten hemen sonra yakılan sigaralar tiryakilere ilaç gibi gelirken akabinde başlayan çay servisi de vücuda su ve dolayısıyla da canlılık getirir.
• İngiltere’de Çay falına bakılmayacak, 20. yüzyılın başından ortalarına kadar, salgın halinde çay partilerinde bayanlar arasında çay falına bakmak yaygınlaşmayacaktı.
• Kadınlar, “Beş Çayı” diye kendilerine vakit ayırıp, çay içmeyi ve dedikodu yapmayı alışkanlık haline getirmeyecekler, çay yüzünden ev işlerini ihmal etmeyeceklerdi. Çalışmaya harcanacak zaman çay içmekle tüketilmeyecekti.
• Çayın tiryakileri için 5 duyu organına hitap ettiği: çayın rengiyle göze, kokusuyla burna, şekerini karıştırırken kulağa, sıcaklığıyla tene, tadıyla ise dile iyi geldiğini ileri sürülmeyecekti.
• Çok çay içenlerde “Çarpıntı, göğüs anjini, sinir bozukluğu, baş ağrısı, sıkıntı, mide bulantısı, el titremesi ve uykusuzluk” gibi hastalıklar artmayacaktı.
• İngilizler, klasik beş çayında çaya süt eklemeyi; Çinliler, “yeşil çay içmeyi; Kuzey Afrikalılar, çayı nane ile aromalandırmayı; Orta Doğulular, çayı genellikle limonla içmeyi; Ruslar, çayın içine reçel koymayı ya da “kıtlama” şeker ile içmeyi; kahve tutkunu Amerikalılar ise çayı demleyip buz gibi soğuttuktan sonra keyfini çıkarmayı alışkanlık haline getirmeyeceklerdi.