Ramazan ayı tatlı telaşların yaşandığı özel bir aydır Müslümanlar için.Oruçlu ağızlarla hazırlanan birbirinden lezzetli yiyeceklerin hazırlanıp müezzinin akşam ezanını okuması,beklemek,orucunu hurma ya da zeytinle açmak,uykunun en güzel yerinde sahura kalkmak..Ve elbetteki birbirinden güzel ramazan eğlencelerinin yaydığı olağanüstü enerji herkesin yüzünde tatlı bir huzurla yansır. Ramazan ayında camilerden söz ederken ilk akla gelen, mahyalardır. Asırlardır yaşayan bir gelenek olan mahyalar, özellikle Osmanlı döneminde ramazan coşkusunun, rahmete şükrün bir ifadesi olarak çok önemsenirdi. Halk, mahya kandillerinin gökyüzünde ışıldamasını merakla beklerdi. Mahya kurmak, bir caminin iki minaresi arasına gerilen bir halattan küçük kandiller sarkıtarak gece karanlığına sözcükler yazmak, tasvirler yapmaktır. Bu geleneğin amacı, Allah’a şükür yanında, insanları iyiliğe yöneltmek, sevaplara teşvik etmek ve çocuklara ramazan ayını sevdirmekti.Şimdilerde ampullerle yapılan mahya kurma işi, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir uğraştı. Minarelerin şerefeleri arasına gerilen kalın bir halata halkalar, kancalar ve yüzlerce kandil asmak gerekirdi.Diğer taraftan, iftardan teravih bitimine kadar en çok iki saatlik bir zaman aralığında bu kandilleri yakmak da son derece zor bir işti.
Hele de kışa rastlayan ramazanlarda şerefelerde çalışmak büyük fedakârlık isterdi.Mahyacılar her akşam ayrı bir mahya kurmak için gün boyu çalışmak zorundaydılar.Yaptıkları tasarımlara göre kandil sayısını ve her kandilin ip üzerindeki yerlerini tespit ederlerdi. Makaralı iplere düğümler atarlar, istenilen görüntünün kusursuz elde edilebilmesi için provalar yaparlardı. İftardan sonra da minare şerefelerinden, kandiller teker teker gergin halata salıverilir ve ışıklı kompozisyon elde edilirdi.Her gece değişik mahya kurmak için yarışan ve tasarımlarını gizli tutan mahyacıların o akşam ne yazacaklarını halk büyük merakla beklerdi.Hatta ilk kandillerin halata salıverilmesiyle tahminlerde bulunmaya başlarlardı. İslam dünyasında minarelerde kandil yakma geleneği yaygınken, mahyacılık İstanbul’a özgü bir sanat olarak kalmıştı. Bunun nedeni, padişahların yaptırdığı iki, dört, altı minareli “selâtin camiler”in bu kentte olmasıydı. Çünkü mahya için en az iki minarenin bulunması gerekiyor.İkinci başkent konumundaki Edirne’nin selâtin camilerinde de mahyalar kurulurdu. Ayrıca, Meriç Irmağı’na direkler dikerek askı mahyası kurulduğunu da kaynaklar bildiriyor.
İstanbul’da ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii minarelerine kurduğu “Hünkâr Kayığı” mahyası ile ünlenen Abdüllatif Efendi (ö. 1877), gemi direkleri arasına kurduğu mahyası ile de meşhurdur. Süleymaniye’nin minarelerine kurulan gezici mahya ise en çok beğeni kazanan gösteri olurdu. Buradaki gösteride örneğin köprü görüntüsünün önünde hareketli kayık ve balıklar, köprünün üstünde yürüyen araba canlandırılırdı. Mahyacıların kadir gecelerinde minareleri külahtan şerefeye kadar yol yol kandillerle ışıklandırılmalarına “kaftan giydirmek” denilirdi. Mahyacılar ramazanın ilk onbeş günü yazılı, ikinci onbeşinde resimli mahyalar kurarlardı. Özellikle ramazanın onbeşini çocuklar sabırsızlıkla beklerlerdi. Akşamları “yandan çarıklı”, “piyade kayığı”, “çifte kayık”, “kule”, “salıncak” gibi tasvirleri sonsuz bir keyifle seyrederlerdi.Yazılı mahyalarda ise genellikle “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” ibareleri kullanılırdı.